KUZEY
Sanırım cevapları aramak için değil, elimdeki cevapların
sorularını öğrenmek için bu yolculuk. Attığım her adım, uyuduğum her tren,
gördüğüm her masum göz aklımda bir cümle bıraktı: Batıdaki gezi, doğudaki
yolculuk.
Delhi Havaalanı’na indiğimde bir sorun olduğunu düşündüm.
Mahşer gününü deneyimleme imkanı sunan havaalanında yirmiden fazla pasaport
kontrol masası olmasına rağmen, benim gibi ilk kez gelenlerle birlikte hangi
kuyruğa gireceğimizi dahi kestiremiyorduk. En kısa görünen kuyrukta 400 kadar
bekleyen vardı. Hindistan'ın verdiği ilk işarete "eyvallah" diyerek
diğer turistler gibi hayıflanmaktansa sırada bekleyen Hintliler gibi gıkımı çıkarmadan
çaresizce dikilmeye başladım (gösterdiğim bu sabır tüm seyahatim boyunca en çok
işime yarayan şey olacaktı).
Delhi, kendi içinde düzeni olan dünyanın en kaotik şehri olabilir. |
Havaalanından çıkıyorum ve bazen zirveye çıkacak, bazen
azalacak ama hiç bir zaman kaybolmayacak o koku burun direklerimi dövmeye
başlıyor. Pre-paid taksi sistemi ile gideceğim yerin parasını peşin ödeyerek
Jangpura'ya, arkadaşım Stephan'ın (Hollanda konsolosluğunda çalışıyor) evine
doğru yollanıyorum. Yaklaşık yarım saatlik
yolda beni en çok etkileyen şey
parlamento binasının ve devlet başkanının konutunun olduğu caddenin adının
Mustafa Kemal Atatürk (Türkçe yazılmış) olması oluyor. Bağımsızlık sembolü
olarak örnek aldıklarını düşünüp taksi şoförüne soruyorum. Askeri geçit törenlerinden çok etkilenmiş olacak ki sürekli “armi… solcır veri maç… Atatürk
veri gud” diyerek cevaplıyor sorumu. Stephan’ın evine girince emlakçıların
anlatırken heyecanlandığımız ama görünce içine bile doğru dürüst giremediğimiz ev hikayeleri geliyor aklıma: Bol baharat kokulu bir oda, sivrisineklerin duş
aldığı bir banyo, böceklerin ipek yolu olmuş bir salon ve 3 gün boyunca nereye
açıldıklarını keşfedemediğim birkaç kapı. (Bir kapının arkasından sürekli
olarak öksürük sesi geliyordu). Sağolsun elinden geleni yapıyor rahat etmem
için ama yere serdiği yatakta -fareler kulaklarımı yer diye- yatmamak için bir
iki mazeret bulup, boyumun yarısı kadar uzun olan koltukta, gece geldiğimde
uyuyabileceğimi söylüyorum. (O ev yolculuk boyunca kaldığım en temiz yerdi).
Moto Ricksaw (tuktuk) şoförü |
Moğol döneminde inşa edilen ve o dönem için bir güç simgesi
olan Red Fort’a ulaşmak için Chandni Chowk Metro İstasyonu’nda inip 15
dakikalık bir yürüyüş yapmam gerekiyor. Bu cadde Delhi’yi anlamam için bana çok
güzel olanaklar sundu. Sürekli tuvaletini sağa sola yapanlar, kaldırımda uyuyan
yüzlerce evsiz insan, ibadethanelere sığınmış düşkünler, haliyle ciğerinizi
bile yakan koku ve bakması çok zor olan sizden yardım isteyen onlarca çift göz.
Dümdüz olmuş vicdanımla Red Fort’un içine girince tüm bunlardan beni anında
soyutlayan eski bir şehir merkezi göz kırpıyor. Bazı Hintliler 10 Rupi’ye
aldıkları bileti bana sırıtarak gösterirken ben 25 katını (Taj Mahal için 75
katı) ödemek zorunda kalıyorum.
Red Fort bütün ihtişamıyla hala Moğol gücünü simgeleyebiliyor. |
Moğol ordusunun Red Fort’tan sefere çıkışını temsil eden bir
çok resim bulunmakta. Burası için ‘demokrasi kalesi’ de denilebilir. Sultanın (hükümdarın)
halktan gelen temsilcileri dinlediği özel bölümler, yine sultanın devlet
kademesinde yöneticilerle görüş alışverişinde bulunduğu özel odalar bulunmakta.
Taj Mahal’i de yaptıran hükümdar olan Şah Cihan’ın emri ile inşa edilmiş olan
bu eski kale, bahçe sanatında döneminin çok ilerisinde olan Moğollar’ın
gösteriş yaptığı yerlerden bir tanesi.
Hindistan’da, Türkiye’den geldiğimi söylediğimde Hintliler
hemen yakınlık gösteriyorlar. Hindistan hükümdarlarının Türk olması, tarihi öneme
sahip yapıların çoğunun Türkler’den kalması Hintliler’de Türkler’e karşı ayrı
bir saygı ve yakınlık hissi uyandırmış. Urdu Türkleri ile olan yakınlaşmalarsa
Hintçe’de Türkçe’ye benzer bir çok kelimenin yerleşmesine neden olmuş (adımın
aynı zamanda Hintçe olması gibi). Turistlerin hüznüne gelince; onu da “Güney”
bölümünde yazacağım.
Fotoğraf çekmenin yasak olduğu bir Jain tapınağı |
Red Fort’tan çıkınca Jain ve Sikh tapınaklarını ziyaret ediyorum. Her ikisinde soluduğum mistik hava içimi
dolduruyor. Sanırım
anlatması en zor yerler Hindistan’daki tapınaklar. İçlerindeki hoşgörü ve insan
sevgisini size bakışlarından hemen anlayabilirsiniz. Özellikle Sikhler
fakirlere yaptıkları organize ve sürekli yardımlarla dilenciler için sınırlı da
olsa yemek imkanı sunmaya çalışıyorlar. Bu nedenle dilencilere para vermekten
çok her gittiğim tapınakta yardım yapmayı tercih ediyorum. Çünkü bir dilenciye
vereceğiniz 100 rupi(3,5 lira)
ile 20 evsizin doyabileceği kadar çorba
yapılabilir. New Delhi’de Jain, Sikh, Müslüman, Hindu ibadethanelerini yanyana
görebilirsiniz.Ertesi gün Delhi’de en merak ettiğim yer olan Humayun
Türbesi’ne doğru gitmek için metroya yollanıyorum. İlk işim oto-rickshaw
şoföründen kazık yemek oluyor. Hindistan’ın kuzeyinde şehir içi ulaşım
(Güney’de motosiklet kiralamak durumundasınız) genellikle oto-rickshaw ile
sağlanıyor. Ucuz, titrek, havadar ve pazarlığa çok açık.
Humayun Tapınağı ve harika bahçesi. |
Humayun bir deli hükümdar. Devlet erkanı ile yaptığı
toplantılarda her devlet adamlarına, üzerinde oturma pozisyonları olan zarlar (bir
yerden tanıdık gelebilir) attırıp gelen zara göre oturmalarını emredermiş. Tabi
düşünce özgürlüğüne yönelik çalışmalar yapmaktan geri kalmamış. Humayun Türbesi
turistlerin akın ettiği Taj Mahal kadar etkileyici. Bazı tarihçilere göre bu
türbe kubbeli yapısıyla Taj Mahal’in habercisi olmuş. Moğolların en gösterişli
bahçesi (benim gördüğüm) bu türbede bulunuyor. Bahçe içerisinde özel
mermerlerden yapılmış su kanalları doğal bir klima özelliği ile tüm alanı
kaplıyor. Son gün ziyaret ettiğim Lodi Bahçeleri (Lodhi Gardens) ile birlikte Delhi’de bana huzur
veren ve uzun süre çıkmak istemediğim ikici yer oluyor.
Ateşle dans edenler |
Sabah 4’te tren istasyonunda olmam gerekiyor. Gece vakti
Stephan’ın evinin önünde Hindistan’ın ünlü birası Kingfisher içiyoruz, tadı
gerçekten çok kötü; olsun. Bir gündür uyumuyorum ama beni koltuktan uzak tutan
şey herkesin evinin önünde ateş yakıp, başında şarkılar söyleyerek dans etmesi
oluyor. Bir pot kırmadan, her evin büyüğüne gülümseyerek sırayla tüm ateşleri dolaşıyorum. Sokağın sonunda en büyük ateş yanıyor, davullar, trambolinler
eşliğinde bazı genç kadınlar eteklerini ateşe doğru savuruyor. Sanki çıplak ayakları ile dans ederek söndürdükleri alevi, etekleri ile yeniden harlıyorlar. Dünyanın en ilginç ülkesi olsun istiyorum burası ve ilk adımın sonunda elimde
patladı patlayacak bir davulla aklıma bir şiir getiriyor bu büyük ateş:
“birbirimizin
kalbini dinlesek
dünyanın
kalbini dinlesek
büyük
ateşler yaksalar
iki
güvercin uçursalar
nerede
olduğumuzu bilsek”
Yeni Delhi Tren İstasyonu az önce uçak bombardımanından
çıkmış gibi. Onlarca insan istasyon zemininde ve merdivenlerde yatıyor. Bir an
evvel aramadan geçip perona giderek ben de onlara katılmak istiyorum ama
Hindistan’da plan yaparken Tanrı sesli gülüyor her zaman. Elimdeki biletin sahte
olduğunu iddia eden Turist Ofisi görevlisi beni inatla bir taksiye bindirerek
biletimi onaylatmam için başka bir yere götürmeye çalışıyor. Sabah’ın 4’ü
olması, uykusuz İngilizcem ve artık bana 150 kilo gibi gelen sırt çantam hızlı
düşünmeme engel oluyorken, aklıma görevlinin kartını sormak geliyor. Bana
vesikalık fotoğrafını yapıştırdığı bir kağıt parçası uzatıyor. O kadar şiddetli
bir kahkaha atıyorum ki elimden kartı kaptığı gibi diğerleriyle birlikte toz
oluyor.
Humayun Türbesi'nde dua eden bir Müslüman. |
Birinci sınıf trenle (alırken farkında değildim) Agra’ya
doğru gidiyorum, servis gayet gayretli. Agra Tren İstasyonu’nda (Agra
Contt) iner inmez “hemen Taj Mahal’i görüp buradan ayrılalım” diye bağırıyor
içimdeki adam bana. Oto-rickshaw şoförü, rehber, incik boncuk satıcısı, ayaklı
döviz bürosu gibi turistleri banknot olarak gören 40-50 civarınca Hintli çıkış
kapısını tamamen kapatmış durumda. Ne olduğunu anlamak ve yol açmak için
trenden inen Hintliler’in istasyondan çıkmasını bekliyor ve koluma yapışanlarla
birlikte sıyrılıyorum. Bir ara ayağım yerden kesilirken basıyorum “Nameste”yi!
Ricksaw şoförü “burası Taj Mahal’in güney kapısı” demesine rağmen inanmıyorum
ama motorlu araçların kapıya kadar gitmediğini de biliyorum. Taj Mahal’in
girişine girmek de gerçekten zor oluyor. Her yere pisleyen inekler, eczaneye
girmeye çalışan keçiler, adeta üzerinize yapışan satıcılar, ağırlaştırılmış
müebbet bir koku ve güvensiz güvenlikçiler arasında içeri giriyorum.
Ve işte orada! Bütün ihtişamıyla beni eziyor Taj Mahal.
Aşık olduğu kadının
ölümünden sonra acısını bastırmaya kendini adamış kudretli bir hükümdarın beyaz
düşü bu. Bir süre üzerine hiç yürümeden öylece bakıyorum, yaklaştıkça daha da
büyüyor çünkü. Şah Cihan, Taj Mahal’in birebir aynısını, siyah mermer ile
nehrin karşısına inşa etmeyi planlamış. Ancak halk ve oğlu bu ağır ekonomik
krizde devlet hazinesinin heba edileceğini ve hükümdarın artık acıdan sağlıklı
düşünemediğine kanaat getirmiş. Şah Cihan ölene kadar Taj Mahal’i yani ölen
karısı Mümtaz Mahal’i, kapatıldığı zindanın penceresinden izlemiş. Şimdi aynı
kubbenin altında bembeyaz uyuyorlar.
Hikayesi de kendisi kadar büyük |
Fakirliğin içinde sabır, itikat ve “bir
gün”le başlayan umut cümleleri bulunur, unutturur. Ama sefaleti yatıştırabilecek
bir din veya söz yoktur. Mutlaka birilerinin hayatına işler kendini. İşte
dünyanın bir yerinde, yarı çıplak bir genç adam kirli bir kaldırımın üzerinde kendisine
doğduğunda yapışmış sefaletinden ölerek uzaklaşıyor. Üstelik durup dururken
ölüyor. Bombalanmış bir savaş karargâhında ya da veremin kuşattığı bir şehirde
değil. Tanrının canını alacağı bir kötülük yapacak vakti bile olmadı belki.
Sadece kirli bir kaldırımın üzerinde. O kaldırımı, kutsal saydığımız yaşamın,
tüm inançların, başkasının acısıyla üzeri açılan vicdanımızın neresine
koyabileceğiz. Bazıları bu dünyanın üvey çocukları.
Agra'daki merkez sokaklardan biri |
Jaipur’a ulaşmalıyım. Agra, içinizdeki karanlık yerleri
parlatıp, kalbinizdeki, beyninizdeki derin kuyulara düşmenizi sağlayabilir.
Paramparça bir vicdanla otobüs terminaline gitmek istiyorum ama ricksaw soförü
beni bir otobüsün yanına bırakıp komisyonunu alarak hızla uzaklaşıyor. Beni
dinlemiyor bile. Hindistan sürekli aksilik yaşayabileceğiniz bir ülke,
özellikle şehirler arası ulaşımlarda. Hak keza o otobüse biniyorum ama benden
başka hiç kimse yok. Kapının yanındaki koltuğa oturuyorum çünkü sürekli 3
Hintli bana bakarak konuşuyor ve arada bana da laf atıyorlar. İnatla çantamı
bagaja koymamı ve en arkaya oturmamı istiyorlar. Ben de açık kapıdan hava almak
bahanesiyle her an aşağıya atlamaya hazır şekilde 1 saat kadar gidiyorum.
Başkaları da binince ters bir şey olmadığına emin olup yerime geçiyorum. Eğer
sabrınızı ölçmek isterseniz böyle bir yolculuktan iyisini bulamazsınız.
Kaldığım evin çocukları |
Jaipur’daki arkadaşım Kabir ortalarda yok. Bir şekilde
ricksaw bulup evine ulaşıyorum. Turist gibi gezmek için değil, Hintli biri gibi
yaşamak istediğim için Hintli bir aile ile kalıyorum. Her yerden çocuklar
çıkıyor, terk edilmiş bir eve yerleşmiş gibiler. Ayakları çıplak, sürekli
gülüyorlar ve bana bakıyorlar. Ne desem yapıyorlar. Sırayla çağırıp
sarılıyorum, isimlerini sorduğumu anlıyorlar. Kaldığım odaya sürekli fare
giriyor. Uyumak mümkün değil, göz göze geliyoruz hep. İşte burada bir kopma
oluyor, umursamamaya başlıyorum. Artık kovalamıyorum, kulaklığımı ve uyku
gözlüğümü takıp ışığı açık bırakarak dalıyorum, onlar gibi oluyorum. Aklımızda
dolaşan fareler, yatağımızın altındakilerden daha tehlikeli değil mi?
Geleceğin Bollywood starı Bilal. |
Yemek hazırlayan Hintli arkadaşım. |
Hawa Mahal'de (Rüzgar Sarayı) arkadaşlarla... |
Jaipur, Rajastan (Krallar Şehri) Bölgesi’nin başkenti. Mihracelerin hüküm sürdüğü, en güçlü savaşçıların yetiştiği şehir. Hint
hükümdarları bu nedenle Jaipur bölgesi ile pek sorun yaşamak istemezmiş. Rüzgar
Sarayı, Şehir Sarayı, Gözlemevi ve şehirde ufak bir tur attıktan sonra Turkish
Bar’a gidiyorum. Kabir överek anlattı burayı ama barda Türkiye’ye ait hiçbir
şey yok. Sahipleri de Çinli. (Hiç garson görmedim. Belki bu yönüyle bizim
barlara benziyor olabilir).
Ertesi gün bir uzun yürüyüşle Beyaz Tapınak’a geliyorum.
Yorgun olduğumu sürekli hatırlatan ayaklarımın çıplak mermerle öpüşmesi,
ruhumun bembeyaz tapınağın içinde hemen kamufle olması, tapınağın balkonundan
gördüğüm Krallar Şehri’nin artık tüccarların ve fakirlerin hüküm sürdüğü karman
çorman bir toprak oluşu, günün dünyanın her yerinde güzel batışı… Hepsi
iliklerime kadar işlemiş bir yalnızlık oluyor:
“Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem,
yalnızlığın başkenti orası.”
Yüksek bir binanın çatısına çıkıp uçurtma festivalini ve çocukları izliyorum. Belki de sadece uçurtmaların iplerini tuttuklarında
başları öne eğilmiyor. İpleri birbirine dolaşan uçurtmalara benziyorlar;
evleriyle karışmış, sokaklarıyla bozuşmuş, uçtuklarını unutmuş. Senle ilgili
bir sırrı biliyorlar da üzülmemen için saklıyor gibiler. Hep bir şeylerime
ortak etmek, arkamda kalmasınlar diye geri geri yürümek istiyorum.
Kuzey’dekiler aklımda, aklım Kuzey’de kalarak uçuyorum Güney’e doğru, bir
uçurtma peşimizden geliyor…
Yolculuk bir
puzzle gibi. Kendi içerisinde küçük parçalar, küçük parçalarla tamamlanan belli
belirsiz resimler, çözdüğünüzü sandığınız bir bilmecenin sizi içine çektiği
basit tuzaklar ve bir türlü belirginleşmeyen, artık çok da merak etmediğiniz
büyük bir resim. Tamamladıktan sonra yapacak hiçbir şey kalmayacağından
korkarak, yavaş yavaş ekliyorsunuz.
Goa yolları |
Ahmadabat’taki
Ellora Mağaraları’nı es geçerek Jaipur’dan Goa’ya uçuyorum. İç hatlarda uçan havayollarının ismini tahmin etmek zor değil: Spice Airlines.Calangute
Plajı’nda arkadaşım Rita ile buluşmak için taksiye biniyorum. Her yerde palmiye
ve bambu ağaçları, ahşap evler (kokonut) ve masmavi bir deniz var. İçimi
toparlıyor. Yalnız yolculuk etmenin verdiği özgürlük, huzursuzluk ve güvenin
aynı anda yarattığı sesler bazen armoniye bazen de kakafoniye dönüşüyor. Taksi
şoförü (bu arada taksi derken aklınıza taksi gelmesin.Ortasındaki delikten
asfaltı izleyebileceğiniz, hiç bir aynası olmayan, hurdaya çıkmayı unutmuş dökük
bir araç, gitmesi mucize) ile Rita sanırım telefonda kavga ediyorlar.
Rita acilen
gitmesi gerektiğini söyleyerek evinin anahtarını cebime sokup motosikletinin
arkasına beni atarak Panjim’e, otobüs terminaline bırakıyor kendini. Motosiklet
kiralayıp birkaç gün pratik yapmayı düşünürken birden onun motosikletiyle
Panjim trafiğinin ortasında kalarak geri dönmeye çalışıyorum. Bana korna
çalmayan hiçbir araç kalmıyor. Birkaç gün
boyunca alışana kadar bu böyle oluyor. Goa’da, daha doğrusu Güney Hindistan’da
motosiklet kullanmadan seyahat etmek hem zor, hem zevksiz.
Calangure Plajı'nda bir satıcı ve çocukları |
Evde biri
yorgun biri huzursuz iki kedi ile kalakalıyorum ve dışarı atıyorum kendimi. Calangute-Candolim ve Baga birbirlerine çok yakın ve birbirlerinden çok farklı
üç plaj.
İlk akşamında oturduğum barda
Hollandalı bir müzisyen ve İtalyan bir hippinin İstanbul anılarını dinliyorum.
Ne zaman 50 yaş üstü bir turiste Türk
olduğumu söylesem “merhaba” diyor ilk. Çiçek Çocuklar 60’lı yıllarda Goa’ya
gelirken İstanbul üzerinden yolculuk ederler ve burada birkaç gün kalırlarmış.
Birçoğu eski İstanbul’u babalarımız kadar iyi anlatıyor. Hatta 1977 yılındaki 1
Mayıs olaylarının ortasında kalan birinden o günleri şaşırtıcı detaylarıyla
dinlemiştim. Calangute ve Baga Plajları da Çiçek Çocuklar’ın çıplak olarak
denize girdikleri ilk plajlar (evet giriyorlar hala ama yarı çıplak şekilde,
görmek istemezsiniz).
Calangute'da kaldığım evin bahçesi |
İstisnasız
tüm satıcılar sizi kazıklamaya çalışıyorlar ancak pazarda annesinin yanında
alışveriş öğrenmiş her Türk gibi birçoğunu canından bezdiriyorum. Çünkü her
malın fiyatını 2-3 katı değil 8-10 katı fiyatıyla satmaya çalışıyorlar. Goa’nın
yerleşik nüfusunun yarısı yabancı. Hindistan’ın geri kalanın aksine 1954’e
kadar Portekiz’e ait olan Goa’da tarım ve turizm insanların ekmek kapısı. Daha
ucuz iş gücü oldukları için Nepal’den buraya çalışmak için gelen gençlerin
sayısı da çok fazla. Goa’nın Kuzey Hindistan’a göre daha temiz olduğunu
söyleyebilirim ama asgari bir kirlilik ve koku burada da var.
Calangute’un
ardından Benaluim Plajı’na gitmek üzere yollanıyorum. Önce Panjim, ardından
Madagon ve sonrasında Benaluim’a ulaşmak 2 saatimi alıyor. Benalium’da kalacak
bir yer bulmak için 3 saat kadar güneşin altında sırt çantamla yürüyorum,
ayaklarımdaki yaralar daha çok acımaya başlayınca kendimi bir evin avlusuna
atıyorum. Bir kız çocuğu köpeklerle oynuyor, onun fotoğraflarını çekiyorum.
Elimden tutarak beni bir odanın kapısına atıyor, iki dakika sonra gelen annesi
kapıyı açıp bana boş odayı bırakıyor.
Benalium’da
gezilecek en güzel yerler; akşamlar. Kumların üzerinde yakılan kandillerin
etrafında Madam Mary’in restoranının önünde onunla birlikte oturuyoruz. Ona
merak ettiği İstanbul’u anlatırken gözleri açılıyor, sürekli aşk hikâyemi
soruyor, erkeklerden çok kadınları merak ediyor. Hikayelerin en güzel
yerlerinde garsonları onu çağırdıkça söylenerek gidiyor, her söylendiğinde yeni
bir küfür öğreniyorum. Gün, omuzlarındaki yükü okyanusun arkalarına bırakıyor,
havada uçuşan bir para bira şişeme yapışıyor, bir dilencinin akşamı parlıyor,
rüzgar adalet dağıtıyor. Ayaklarımdaki sızı kuma kapanıyor. Mary ışıklarını
kapatırken Palolem'e gidecek otobüse biraz sarhoş biniyorum.
Palolem Plajı'yle ilgili yazı yazmak bence biraz boş bir iş. |
Palolem'de kaldığım yer |
Akşamüstleri herkes çok sakin... |
Gün batımı |
Kaldığım pansiyonun bahçesinden Hampi |
Hampi zamanın
durduğu bir şehir. İnsanoğlunun
ilk tapınaklarından birçoğu bu bölgede kurulu.
Şehir ikiye bölen bir mistik nehir, her biri başka
hikâyeler anlatacakmış gibi
duran ve söz bekleyen dev kayalar, nehrin çevresine yerleşmiş hosteller ve
kafeler. Şehirde büyük bir sessizlik var. Adeta insanlar bu büyüyü bozmamak
için parmak uçlarında yürüyorlar. Hindistan’a neyi bulmak için gelmiş olursanız
olun, Hampi hepsinin ortak cevabı gibi.
Bir gece kalmak için geldiğim bu
şehirde 5 gece kalıyorum. Buradaki tapınakların mistik havasında bütün gününüzü
ibadetini yapan insanları ve düğün alaylarını izleyerek geçirebilirsiniz.
Hampi’den ayrılırken ilk kez, arkamdan bir şeyler bırakmış hissine kapılıyorum.
Hampi'deki Maymun Tapınağı'ndan |
Tapınaktaki düğüne katılan bir çocuk |
F. Kochi'de balık evı için yüzyıllardır kullanılan Çin ağları. |
Hindistan
yolculuğumun son noktası olan Kerala eyaletine 44 saat süren bir otobüs
yolculuğunun (Bangalore aktarmalı) ardından ulaşıyorum. Fort Kochi, Kerala
eyaletinin turizm merkezi. Genellikle turistlerin konakladığı, çok sakin ve iyi
organize ediliş bir turizm merkezi. Kendimi ilk kez Kochi’de turist gibi
hissediyorum. Kerala’da hristiyan nufün çok fazla. İsa’nın 12 havarisinden biri
olan Aziz Thomas 52 yılında hristiyanlığı yaymak için bu bölgeye gelmiş.
Pansiyonunda kaldığım 72 yaşındaki Hristiyan Hintli’nin ismi de Franchis.
Kerala eyaleti dünyada komünistlerin seçim kazanarak iktidar olduğu tek bölge
(“seçimle” dedim ama). Okuma yazma oranın en yüksek olduğu (%91), dilenen
insanların en az olduğu, insanların daha güler yüzlü olduğu bir eyalet burası.
Bunu akıllı yöneticilere oy veren akıllı insanlara ve gelir paylaşımındaki
adalete bağlamak mümkün.
Dünyada sadece Kerala’da yapılabilen ‘Backwater’ tur için sabah erken saatte servis aracına biniyorum. Beni buraya çeken ve en çok merak ettiğim tur buydu. Bu tur 3 saat kadar durgun bir su üzerinde giden geniş bir tekne turu ile başlıyor. Köyde yenilen yemeğin ardından ada şeklinde bulunan komün köyleri içlerinde ilerleyen 4-6 kişilik kanolarla devam ediyor. Dar su kanallarından geçerken kendinizi bir masalın içinde hissediyorsunuz.
Duşunu alıyor |
Hiçbir teknolojik ürünün olmadığı komün köylerinde çamaşır yıkayan bir kadın. |
Hiçbir
masalın sonunda, masalın kahramanı kendisini havaalanında bir albayla kavga
ederken bulmaz, burası gerçekten çok bürokratik bir ülke. Bu yüzden masalları
çok kısa sanırım. Kochi havaalanından
ayrılırken değişmiş olmasam da kendimi değişime daha açık ve on kilo vermiş
biri olarak buluyorum. Döndüğümde gerçekten düzeltmek istediğim, eğer hala
zamanım kalmışsa kendimi adamak istediğim bir konu var ve eğer şimdi gitmezsem
yeniden gelmek için bir şansım olmayacak.
"Sonunda
sen bir gün gelirsin diye,
çok şeyin
adı küçük yazıldı."
Yaşamın bir
yolculuk olduğu düşüncesine hiçbir zaman inanmadım. O bir kısır döngüdür, dört
duvarın içidir, kementi biraz gevşek tuttuğunuzda üzerinden atıldığınız azgın
bir boğadır (altına düşersiniz bazen). Yetişkinlerdeki her şeyi boş verme huyu,
içinden geçtikleri her insan topluluğunun onlara taktığı zincir halkalarındandır.
Akşam televizyon karşısında çöken derin ağırlık, ofis yaşamında hiçbir işe 15
dakikadan fazla odaklanamama, sürekli güneye yerleşme isteği ama otobüste bile
sıkıntıdan iki durak geçemeyip telefona kurtarıcı gibi sarılmak, hep bundandır.
İstanbul’a yeniden inerken yanımda taşıdığım küçük defterime kime ait olduğunu
unuttuğum bir sözü yazdım: “Hareket etmezseniz, zincirlerinizin farkına
varamazsınız”.
Sertaç Gümüşoğlu
Kasım 2014
sertacgumusoglu@gmail.com
Bir otobüs yolculuğundan, yol arkadaşlarım. |
Dede-baba-torun... Torunu para isteyince "az ver" demişti dedesi. |
Dedesiyle tapınağa gelen bir bebek. |
Tapınakta bir düğün töreni. Kadın biraz daha mutluydu sanki... |
Delhi'deki Lodhi Bahçeleri'nde dolaşan, çabuk sıkılan bir çocuk. |
İki güzel çocuk |
Backwaters turdan |
Palolem'de harika yerlerde kalabilirsiniz. |